Ertan Saban Adını süleyim isteymisın? |
|
| Makedonya'dan Tiyatro | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
psykhe Admin
Mesaj Sayısı : 908 Kayıt tarihi : 14/04/08
| Konu: Makedonya'dan Tiyatro 20/7/2008, 2:07 am | |
| MAKEDONYA ve KOSOVA’DA da “GÜNEŞ” TÜRKİYE’DEKİ GİBİ PARILDIYOR..
19 ve 25 Temmuz 2004 tarihleri arasında Makedonya ve Kosova’daydım. Balkanlar,tarihsel geçmişiyle ve çok kültürlü karmaşık yapısıyla her zaman ilgimi çekmiştir. 1996 yılında, Bulgaristan’a, Avrupa Konseyi’ne bağlı bir sivil organizasyon olarak çalışan YouthExpress Network (YEN) ve Bulgaristan’da çalışmalarını sürdüren bir gençlik komisyonun işbirliğiyle düzenlenen “Ethno Religious Tolerance, The Bulgarian Example” konulu seminere katılmış, oradaki azınlıkların yaşadığı yerleri gezmiş, Bulgar, Türk, Fransız, İngiliz, İtalyan,İspanyol, Portekiz ve Ermeni arkadaşlarla bu azınlık sorununu, çeşitli workshoplar, seminer ve söyleşiler yoluyla tartışmıştık. Nazım’ın ve de Şeyh Bedreddin’in Deli Ormanlar’ında konaklamış ve Sofya, Köstendil, Kırcaali, Plovdiv gibi pek çok kenti dolaşmış ve çeşitli izlenimlerle Türkiye’ye dönmüştüm.Makedonya ve özellikle Kosova, eski Yugoslavya’nın, doksanlı yılların başından itibaren hızla parçalanmasının ardından dünyanın gündemine oturmuştu. Prizren-Kosova’da,büyük bir özveriyle Türk azınlık için ve Türk Tiyatrosu için amatörce uğraş veren sevgili arkadaşım Etem Kazaz’la da 1990 yılında, Çukurova Üniversitesi’nde tanışmış, ardından 18.Uluslar arası Denizli Amatör Tiyatro Festivali’nde(2002) tekrar karşılaşmış ve sohbetlerle tiyatro alışverişimizi sürdürmüştük. 20. Uluslar arası Denizli Amatör Tiyatro Festivali’nde Seçici Kurul üyeliği yaptım ve festival boyunca da gelen topluluklarla sürekli iletişim halindeydim. Yurt dışından iki Gürcü grup, bir Litvanyalı, bir Alman, bir de Makedonya’dan“Tiyatro Roma” adlı Romlardan(Çingeneler) oluşan bir grup katılmıştı bu festivale. Oyunların tamamını izledikten sonra festival sonunda, Seçici Kurul olarak (ben, Deniz Kaptan, A. Kadir Çevik ve Cüneyt Yalaz) oyunların niteliği ve düzeyi açısından doğru bir seçim yaptığımıza karar verdim ve bundan da büyük bir haz duydum.Festival sonunda bir şeye daha karar verdim. Balkanlar’a gitmeye. Bu kez Makedonya ve Kosova’yı ziyaret etmeye. Bu kararımda tarihsel, toplumsal ve kültürel açılardan Balkanlar’la olan ortaklığımız, o bölgedeki Türklerin yoğunluğu ve onları tanımak istemem,geçmiş tiyatral ilişkilerimi yeni ilişkilerle geleceğe taşıma düşüncesi olduğu kadar, Denizli Festivali’nde tanıdığım Rom(Çingene) grubu “Tiyatro Roma” yı daha iyi tanıma isteğim etkili oldu. Sokak arasında sundukları ve festival broşüründe; “Yeni ve kendine özgü olan iletarihsel, ulusal ve diyalektik araştırmaların daha evrensel, filozofik, etnik sentezlerle Balkan sarmalının derinliklerinde, bir yerlerde çarpışması” olarak özetledikleri performanslarından çok etkilendim. Tüm naiflikleri ve coşkularıyla sundukları bu performans –belki o andaki duygusal yoğunluğumla da örtüştü- içimi acıttı. Üzerinde oynanan oyunların sonuçlarına katlanmak zorunda kalan çocuklar, genç kızlar, genç erkekler, anneler, babalar, özetle insanın trajedisini, Balkanlar’ın ve Yugoslavya’nın acıtıcı manzarasını canlandırdı gözlerimin önünde.Roma Tiyatrosu’nun deyişiyle, insanları nihilizme ve sinizme götüren ve insanlığından utandıran savaşların kaynağı, güçlünün güçsüzü ezmesi Denizli’de bir sokak arasında gösterildi. Ardından Rom arkadaşlarla yaptığımız özel ve genel sohbetlerde, yalnızca Balkanlar’da değil, dünyanın pek çok yerinde güçlü-güçsüz, ezen-ezilen çatışmasının bir uzantısı olan, Biz-Öteki anlayışından kaynaklanan etnik azınlıkların sorunlarından da konuştuk. Onlardan, tarih boyunca dışlanmış, kovulmuş, sürülmüş bir topluluk olarak ve de Balkanlar'da da, yine en alt katmanda yer almak durumunda kalan çingeneleri, tarihsel-kültürel-politik açılardan bir çatı altında altında toplamayı amaçlayan “Roma” kimliğine ve uluslararası platformda “Roma Rights” diye bilinen Roma haklarına, evrensel bir dil olan tiyatro yoluyla katkıda bulunmak için “Tiyatro Roma” ismini kullandıklarını öğrendik.Biz de Türkiye’de onlara çingene, ya da moda deyişle “Roman” diyoruz hepimizin bildiği gibi. Tiyatro Roma’nın festivalde diğer topluluklarla kurduğu sıcak ilişki, ayrıca düşünce bazında, kendilerine bir misyon yüklemeleri, çocukluk hayallerimde, kimi zaman renkli, fantastik, kimi zaman da ürküntü veren çingeneleri ve bu çingene grubunu daha iyi tanıma isteğine dönüştü.Ayrıca, Üsküp’te yıllardır tiyatral çabalarını, evrensel ve deneysel çalışmalarla harmanlayarak Türk azınlığın tiyatrosu olarak var olan, bunun için öz veriyle çalışmalarını sürdüren, Türk ve Arnavut tiyatrolarından oluşan “Üsküp Halklar Tiyatrosu-Türk Dram Tiyatrosu” emektarlarını tanımak, onların neleri nasıl, hangi koşullarda yaptığını bizzat yerinde görmek istiyordum. Tarihi Galata Köprüsü’nde, 1 Temmuz-3 Ağustos 2004 tarihleriarasında yapılan “İstanbul-Mekan-Tiyatro Festivali” çerçevesinde 9 Temmuz’da oynadıkları“Fırtına”yı çok istememe karşın izleyememiş ve onlarla tanışamamıştım.İşte bütün bu bu tarihsel-kültürel-tiyatral nedenler beni, Makedonya ve Kosova-Prizren’e gitmeye, oraları gezip görmeye, tiyatro uğraşı veren arkadaşlarla ortak duyguları Üsküp’te, Prizren’de, onların yaşadıkları yerde paylaşmaya adeta sürükledi. Balkanlar’ı otobüsle geçmeyi tercih ederdim. Yirmi saat sürse de, ayaklarım toprağa deysin isterdim giderken. Uçak korkusu bir yana, kara yoluyla daha çok sınır ötesi manzara izleyeceğimi düşünerek. Makedonya ve Kosova vize istemese de, Bulgaristan transit geçiş vizesi zorunluluğu, vize işlemleri, kuyruklar, sınırda beklemeler, geçmişte de yaşadığım insana potansiyel suçlu muamelesi yapan Bulgar sınır görevlilerini düşününce uçakla gitmeye karar verdim. Türk Hava Yolları’nın Üsküp-Skopje uçağına atlayıp, pencere kenarına oturmadan,aşağıya bakmadan ve gökyüzünde asılı olduğumu unutmak için bir hayli mücadele ederek, birsaat kadar süren kısa bir yüksek tansiyonlu yolculuktan sonra Skopje-Üsküp Hava Limanı’naindik. Üsküp Hava Alanı, internet sitesinde verilen abartılı bilgilerin tersine, beni dahi şaşırtacak kadar mütevazı bir hava alanı. ****** Hava Limanı’ndaki o koşuşturma, telaş,kalabalık, kaybolma, uçak saatini kaçırma endişesi gibi insanı yoran bir atmosfer yok. Sakin ve mütevazı. Bu atmosfer beni çok rahatlattı. Kalabalıktan, telaştan uzak ve gayet güler yüzlü Makedon hava limanı görevlilerine kontrollerimizi yaptırdıktan sonra hava limanından çıktım.Karşımda Rom Tiyatrosu’nun üyelerinden Fuat Başkan, emektar oyuncularından Şaban ve gençlerden Türkçe konuşabilen Doğan’ın, güler yüzleriyle ve arayan bakışlarıyla beni beklediklerini görünce; - Evet, dedim. İşte Makedonya’dayım. Skopje’de, Türkçe adıyla Üsküp’te. Yaklaşık bir buçuk ay önce onlara verdiğim “Mutlaka geleceğim!” sözü .
MAKEDONYA ve SKOPJE(ÜSKÜP) Makedonya Cumhuriyeti Balkan yarım adasının yaklaşık güneyinde yer alan bir ülke.“Balkanların İncisi” olarak da adlandırılan Makedonya tarihsel ve doğal güzelliklerle dolu.Büyük İskender’in memleketi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde, İttihat Terakki’ningenç subaylarının(Resneli Niyazi ve Binbaşı Enver’in) dağlarında Abdülhamit’e karşı komitacılık yaptığı ülke. Yine İttihat Terakki’nin Manastır(Bitola)’da orduyla padişaha karşı ayaklandığı topraklar. Mustafa Kemal’in Askeri İdadi’yi bitirdiği ve bugün müze olarak halka açılmış Manastır Askeri İdadisi de burada. Osmanlı’nın kaderinde önemli bir rol oynayan Üçüncü Ordu’nun merkezi Manastır Askeri İdadisi.Kimi tarih uzmanlarına göre Yunanlı'larla, kimilerine göre de Bulgar'larla ırkî bağları olduğu iddia edilen Makedonya’nın bilinen siyasal tarihi, M.Ö. 725 tarihine dek uzanıyor.Yunan orijinli olmayan Argead Hanedanı’nından I. Perdikas’ın kurduğu Makedonya, Büyük İskender döneminde (M.Ö. 334-323) sınırlarını Yunanistan, Anadolu, İran, Suriye ve Mısır’akadar genişletmiş. Yine M.Ö. 168’de Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiş. Slavve Bulgar istilasından sonra Bizans İmparatorluğu’nun hegemonyası altında yaşayanMakedonya’da, IV. Haçlı Seferi sırasında, 1204-1224 yılları arasında Latin Krallığı kurulmuş.1230’da Bulgarların, 1280’de Sırpların eline geçen ülke 1364’de, Sultan I. Murat’ın Sırp Sındığı ve ardından 1389’da Kosova savaşlarından sonra Osmanlı’nın Rumeli topraklarına katılmış. 1448’de, Sultan I. Mehmed döneminde, Haçlı Ordusu’na karşı yapılan ve kazanılan II. Kosova Savaşı’ndan sonra, Osmanlı’nın Müslümanlaştırma ve Türkleştirme siyasetine sahne oluyor.1876’da, İstanbul Konferansı’yla, Avrupa’nın baskısıyla reform yapılması şartıyla Osmanlı’ya bırakılan Makedonya, bu tarihten sonra Bulgar, Sırp, Yunan, Karadağ ve Türk-Osmanlı komitacılarının cirit attığı bir bölgeye dönüşüyor. İttihat Terakki’nin ilk ayaklanmasıda burada başlıyor. Bölgeyi, reform programı çerçevesinde Alman, Fransız, İtalyan, İngiliz ve Rus müfettişlerin kontrolüne bırakmak zorunda kalan II. Abdülhamit vatana ihanetle suçlanıyor. Manastır ordusunun ayaklanmasıyla Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalıyor Abdülhamit. I. Ve II. Balkan savaşlarının ardından, tamamıyla Osmanlı’nın elinden çıkan Makedonya, ardından Bulgar, Yunan, Sırp ve Karadağlılar’ın paylaşım savaşına sahne oluyor. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Yugoslavya Federasyonu içinde özerk Makedonya Cumhuriyeti’ne dönüşüyor.Tarihsel açıdan her dönemde adeta bir bumerangın içinde yaşayan Makedonya bugün,yine farklı etnik toplulukların yan yana, iç içe yaşamaya çalıştığı bir ülke. İstatistiklere göre nüfusun yüzde 67’sini Makedonlar, yüzde 19.8’ini Arnavutlar, yüzde 4.5’ini Türkler, yüzde2.3’ünü Sırplar, yüzde 2.3’ünü Rom-Çingeneler, yüzde 2.1’ini Boşnaklar, yüzde 2’sini de diğer gruplar oluşturuyor.Skopje-Üsküp tarihte nasıl, 1389’dan itibaren bir sancak merkezi, Fatih Sultan Mehmet’in buyruğuyla da bir eyalet merkezi olmuşsa, bugün de Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti. Kentin nüfusu 500 bin civarında.Üzerinde ikisi modern, biri tarihi bir köprü (Taş Köprü) olan Vardar Irmağı kenti ikiye bölüyor. Eski zamanlarda çok bol suyu olan bu ırmağın üzerinde gemilerin geçtiği rivayet edilmekte. Bugün o kadar bol sulu değil Vardar ırmağı. Ama geniş havzası nazlanarak yeşil yeşil akan sularıyla kenti ikiye bölmeye devam ediyor. Irmağın her iki yakasında da geniş yürüyüş parkurları, cafeler, barlar, “Skopsko”(Skopje birası) içilebilecek yerler mevcut.Burada ırmağın Eski Üsküp’e bakan yakasında, yürüyüş parkurunu sınırlayan duvarlar da özenle yapılmış grafitilerden de söz etmeliyim. Irmağın kuzeyinde (Yeni Üsküp), daha çok,ekonomik durumu nispeten iyi Makedonlar oturuyor. Modern yüksek binalardan, alışveriş merkezlerinden ve birinci sınıf otellerden anlaşılıyor bu. Dolayısıyla, Vardar’ın öte yakası( Türklerin ve Romların yaşadığı yakada kaldığım için benim için öte yaka oluyor burası)daha lüks görünümlü cafelerle donanmış. Benim de konakladığım Vardar’ın güney yakası(Eski Üsküp) daha mütevazı. Ne ki öte yakaya geçip, iki kez, iki ayrı cafede mola verdiğimde ve hesap ödediğimde, oraların da erişilmez olmadığını gördüm. Çünkü içecekler oldukça ucuz.Türklerin, Arnavutların ve Çingenelerin yaşadığı Eski Üsküp Arnavut kaldırımlarıyla,dar sokaklarıyla, bit pazarıyla ve cami, han, hamamlardan oluşan tarihsel dokusuyla ve sımsıcak atmosferiyle insanı, hele benim gibi Türkiye’den gelenleri içine alıveren bir yaka.Vardar’ın iki yakasını bağlayan Taş Köprü, doğduğum ve uzun süre yaşadığım kent Adana’daki, Roma Dönemi’nden kalan tarihi Taş Köprü’yü anımsattı bana. Tadilat dolayısıyla üzerinden geçemediğimiz “Taş Köprü” nün yapılışı konusunda çeşitli var sayımlar var. Bunlardan biri, 6. Yüzyılın ortalarında Roma Dönemi’nde yaptırıldığına dair. Çok daha güçlü bir var sayıma göre de, 15. Yüzyılın ikinci yarısında Fatih Sultan Mehmet döneminde yaptırıldığı. Skopje’den ayrılacağım gün, son kez merkezi ziyaret ettiğimde, benim geçemediğim köprünün üzerinden, neredeyse kırk dereceye ulaşan öğle sıcağında, nefesli çalgılar eşliğinde, bir şenlik havasında, ellerinde şişeler, şarkılar söyleyerek “Çingeler Zamanı”ndan fırlamış, kendilerini tamamıyla Tanrı Pan’ın kollarına bırakmış çok renkli bir grup geçiyordu. Belki de bir düğün grubuydu. Orada olmayı çok istedim, ama uçak saatim geliyordu ve bir an önce toparlanmak zorundaydım.Vardar’ın güney yakası Eski Üsküp’te, Taş Köprü’yle, ikinci modern köprünün arasında, kocaman bir gemiyi andıran beyaz bina “Makedonya Ulusal Tiyatrosu”nun(Macedonia National Theatre) binası. Bina çevresiyle birlikte oldukça eski görünüyor. İçini görme şansım, sezon kapalı olduğu için olmadı. Üsküp’de pek çok yer, bu tiyatro binasının görünümünde. İnsanda hayranlık uyandıran mekanlar, sanki geçmişte yaşıyor gibi. Dimdik ayaktalar, ama bir bakımsızlık, bir yorgunluk var sanki bu mekanlarda. Yine Vardar’ın güneyinde, Eski Üsküp’teki, Osmanlı’dan kalma “Kale” de öyle. Kaleye çıkıp, ortasında Vardar ırmağıyla o nefis Üsküp manzarasını kuş bakışı izlenebiliyor. Kale’de çeşitli etkinliklerin (tiyatro, konser vs.) yapılabileceği ideal bir mekan ve sahne oluşturulmuş. Ama yorgun bakıyor sanki. Dingin ve yorgun. Üsküp’ün şehir parkı da öyle. Geniş bir arazi de kurulmuş, içinde yine tarihsel mekanlar var. Yemyeşil, kocaman bir park. Ancak orada da bir sessizlik hakim. Kenarında kıyısında tek tük insanlar var. Çöpler toplanmamış. İnsan düşünüyor; - İnsanlar geçim derdine düşmüş, ondan mı acaba? diye. Gerçekten Makedonya’da ve en uzun kaldığım Üsküp’de yaşayan her gruptan insanın ortak derdi ekonomi, yani geçim sıkıntısı. Asgari bir yaşam standardı tutturmaya çalışıyorlar. Son derecede mütevazı yaşıyorlar. Üsküp’de bulunduğum sırada otogarda çalışanların grevi vardı. Buyüzden Üsküp’den Ohrid’e, Üsküp Türk Tiyatrosu’nun “Fırtına” oyununun genel provasını izlemeye, 168 km.lik yolu, -hemen belirtmeliyim dağların arsından, yeşilin her türlüsünün,dağ çiçeklilerinin en renklilerinin olduğu muhteşem bir ormanın içinden giderek varılıyor Ohrid’e- taksiyle, kişi başına, yalnızca on iki milyon ödeyerek kat ettik.
En son psykhe tarafından 20/7/2008, 3:29 am tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi | |
| | | psykhe Admin
Mesaj Sayısı : 908 Kayıt tarihi : 14/04/08
| Konu: Geri: Makedonya'dan Tiyatro 20/7/2008, 2:08 am | |
| Devamı...
Kale’nin karşısında,Üsküp’ün her tarafından görülebilen, Vodno dağlarının tepesine dikilmiş heybetli bir haç var.Gece gündüz heybetiyle her açıdan görülebilen, gece pırıl pırıl yanan bu haç, sanki bu kenti ben koruyorum edasında. Yeni yapılmış bu haç.Eski Üsküp’te yaşayan Türkler, Arnavutlar çoğunlukla Bit Pazarı ve Eski Çarşı(Bezistan)’da esnaflık yapıyorlar. Geleneksel Türk Mutfağı’ndan döner, köfte, kebap,kuru fasulye, pilav gibi yemekler bütün Türk lokantalarında var. İnternette, “dergibi.com”da rastladığım Erkan Şimşek’in tavsiyesine uyarak yediğimiz güveçte kuru fasulye ve pilav gerçekten mükemmeldi. Üsküp’teki Osmanlı’dan kalma Bezistan, Kapan Han, Suli Han,müzeye dönüştürülen Çifte Hamamı, İshak Bey Cami, bugün sanat galerisi olarak kullanılan Davut Paşa Hamamı, Saat Kulesi ve daha pek çok eski kilise, manastır, han, hamam, cami ve mimarisi bozulmamış evler ve sokaklar Üsküp’ü tarihle dost yapan güzellikler.Üsküp Halklar Tiyatrosu’nun, dolayısıyla Üsküp Türk Tiyatrosu’nun binası da Eski Üsküp’te. Bit Pazarı’nın hemen yanında. Üsküp’te Makedonya Ulusal Tiyatrosu, Üsküp Halklar Tiyatrosu’nun yanında Dram Tiyatrosu ve Çocuk Tiyatrosu da var. Bu tiyatrolar eleman ihtiyacını çoğunlukla, Kiril Metodia Üniversitesi’ne bağlı Dramatik Sanatlar Fakültesi’nden karşılıyor. 1969’da Yüksek Müzik Okulu’na Tiyatro Bölümü’nün eklenmesiyle genişleyen okul 1979’da “Dramatik Sanatlar Fakültesi” adını alıyor. Fakültede bugün Tiyatro, Sinema-TV bölümleri var. Bölümlere bağlı sanat dalları olarak da, Sinema ve TV Yönetmenliği, Editörlük, Dramaturgi, Yapımcılık, Oyunculuk ve Tiyatro Yönetmenliği dallarında eğitim veriliyor. Ayrıca “Tiyatroloji” adıyla lisansüstü eğitim de sürdürülüyor.Yaklaşık 126 öğrencisi ve 50 öğretim elemanıyla eğitim-öğretimi sürdüren Dramatik Sanatlar Fakültesi’nde Türkçe eğitime de başlanmış. Üsküp Türk Tiyatrosu’nda oyuncu olarak çalışanlardan da bu fakültede ders verenler var. Örneğin Doç. Elyesa Kaso oyunculuk derslerini yürütüyor. Bu arada Türk, Rom ve Arnavut arkadaşlarla görüşürken saptadığım bir gerçeği de belirtmek isterim. Bu ülkede yaşayan insanlar ortak dil Makedoncayı konuşurken,ana dillerini de konuşuyorlar. Birbirlerinin dillerine de az çok aşina oldukları için, Batı dillerini konuşabilenler dışında tutulsa bile Makedonya’da yaşayan her insan en az iki dil konuşabiliyor.
SUTO ORİZARİ ya da ŞUTKA, TİPİK BİR ROMA MAHALLESİ Beş gün boyunca konuk olmanın hafifliği ve tasasızlığıyla gezme ve gözlemleme şansını yakaladığım Suto Orizari’den de söz etmek istiyorum biraz. Bir sokağında “Drinska”Tiyatro Roma’nın ikamet ettiği Suto Orizari, kendi deyişleriyle Şutka tipik bir Roma-Çingene mahallesi. Komşu olan Topana’yla birlikte, tiyatro çalışanları burada 60 bin çingenenin yaşadığını söylüyor. Kusturica’nın “Çingeneler Zamanı”yla tüm dünyada popüler yaptığı Roma yaşamını bu mahallede bulmak mümkün. Ancak evler bakımlı. Prefabrik görünümde ve yan yana evleri çoğu yerde küçük yeşil ve çiçekli bahçeler ayırıyor. Beyazlığın hakim olduğu evlerin tersine sokaklar dar, -sıcaktan olmalı- sulanmış, çoğu yerde de çamurlu. Sokaklarda pek çok küçük-büyük boy boy çocuklar, kalabalık, karmaşa ve çöpler. Merkezde olduğu gibi bu mahallede de çöpler açıkta. Haftada iki gün toplanan çöplerden ve sorunlu alt yapısından belediye hizmetlerinin yeterli olmadığı sonucu çıkartılabilir. Çünkü Şutka’da gece saat 21.00-22.00 sularında, hafif esintiyle birlikte, sıcak da bastırınca çöplerin kokularıyla lağım kokuları birbirine karışarak kesif bir parfüm yayıyor gecenin karanlığına. Allah’tan bir müddet sonra,rüzgar kesilince geçiyor.Sıcaktan olacak, bütün Şutka gece gündüz bu dar sokaklarda yaşıyor. Evlerden yükselen volümlü şarkılar, türküler kimi zaman bir kakofoni oluşturuyor. Şutka’da herkes birbirini tanıyor. Cezveyle önümüzde doldurulan bol köpüklü ve şekerli Türk kahvesi,yanında çikolataya batırılmış patlamış mısır ikramı eşliğinde yaptığımız birkaç ev ziyaretinden sonra biz de tanıdılar sanırım. Çünkü kendi mahallemiz gibi dolaşmaya başladık ikinci günden itibaren. Merkezden mahalleye kendi başımıza ulaşmak için, kız kardeşimle yaptığımız ilk deneyde en tanıdık nokta olarak belirlediğimiz inşaat halindeki cami,Müslüman çingeneler için eski politikacı Hamdi Bayram tarafından yaptırılıyormuş.Akşamdan başlayarak gecenin geç saatlerine dek pek çok düğün görmek mümkün Şutka’nın dar sokaklarında. Canlı orkestrayla, arabeskle Çingene müziğinin birbirine karıştığı sokak aralarında, kimi zaman masalar kuruluyor, kimi zaman da salon öncesi girizgah babında eğleniliyor. Parlak, süslü ve gökkuşağını andıran renk renk kumaşlardan yapılmış şalvarlı abiye giysili düğün evi kadınları ve konuk kadınlar roman havaları eşliğinde, ağır ve ciddi raks ediyorlar. Şutka’da kaldığım beş gün boyunca bir çok düğüne rastladım. Genel olarak Makedonya’da ve Romlar özelinde işsizlik ve ekonomik sıkıntı çok yaygın. Gençler para ödeyemedikleri için çoğunlukla üniversiteye gidemiyor. Parmakla sayılacak kadar az üniversite eğitimi alan. İşsizlikten ötürü, daha çok Almanya’ya çalışmaya gidiyorlarmış. İzin dolayısıyla Şutka’ya geldiklerinde, tıpkı Türkiye’deki gibi ard arda düğünler yapılıyor.
En son psykhe tarafından 20/7/2008, 3:32 am tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi | |
| | | psykhe Admin
Mesaj Sayısı : 908 Kayıt tarihi : 14/04/08
| Konu: Geri: Makedonya'dan Tiyatro 20/7/2008, 2:09 am | |
| Devamı...
Romların ve Romnilerin (Romanicede erkek ve kadın) evlilik yaşı, üniversiteye gidemediklerinden ötürü çok genç.Özetle Suto Orizari, mahallenin yaşam standardına bağlı olarak, malların son derece ucuz satıldığı, bu yüzden merkezdeki insanların da ilgisini çeken, bizdeki Rus pazarlarını çağrıştıran pazarlarıyla, eski model taksileriyle, roman havalarıyla, çocuk sesleriyle müzik seslerinin birbirine karıştığı gürültüsüyle, yeşille beyazın sırt sırta vermiş olduğu yan yana evleriyle, o renk renk düğünleriyle, sizi her evde karşılayan Türk kahvesiyle geleneksel bir Roma mahallesi. Öte yandan, genel yoksulluktan en fazla payı alan, işsizliğin eğitim sorunuyla iç içe geçtiği düşündürücü ama eğlenceli bir mekan Şutka.
OHRİD, TATİL ve FESTİVALLER KENTİ Ohrid Gölü ve göl kenarındaki yerleşim merkezi, yeşilin her türlüsüyle, mavinin iç içe geçtiği bir tatil beldesi. Üsküp’e 168 kilometre uzaklıktaki Ohrid Gölü 358 kilometre kare ve kıyılarında pek çok plajı var. Tarihsel dokusu korunmuş, sanat etkinlikleri açısından da zengin bir kent Ohrid. Her yıl Temmuz-Ağustos aylarında yapılan Yaz Festivali’ne de ev sahiplik yapan Ohrid’de sanat etkinliklerin gerçekleştirilebileceği bir çok alan ve mekan var. Üsküp Türk Tiyatrosu’nun, 23 Temmuz’da yapacağı “Fırtına” nın (Oyunları ertesi geceydi) genel provasını izlemek üzere Ohrid’e vardığımda, Kiril Alfabesi’ni bulan Kiril Metodia’nın heykelinin hemen yanındaki meydanda bir konser mekanı hazırlanıyordu. Üsküp Türk Tiyatrosu’nun oyun alanı ise, St. Cilement Kilisesi’nin arkasındaki, göle nazır tepede. Bir tiyatro ve konser alanı da Saint Sofıja Katedrali’nin önünde. M.Ö. 2. Yüzyılda yapılan Antik Tiyatro da bir başka aktivite alanı. Ormanlık yoldan, yamaçlardan göle inerken ya da dar bir sokakta, aniden bir ibadet yeriyle, müze ya da galeriye dönüştürülmüş bir tarihle yüz yüze geliveriyor insan. Kutsal Virgin Kilisesi bu örneklerden yalnızca biri.Ohrid, Arnavut kaldırımlı labirenti andıran dar sokakları, cumbalı beyaz evleriyle,durmuş durmuş birden patlamışçasına, insanda şaşkınlık ve hayranlık uyandıran ortancalarıyla ve renk renk çiçekleriyle yaşama sevinci veriyor. Safranbolu evlerini ve Kaş ya da Marmaris’in arka sokaklarını anımsıyor insan.
RÜZGARLI SOKAKLARIYLA ORYANTAL BİR AÇIK HAVA MÜZESİ, PRİZREN-KOSOVA Kosova Özerk Bölgesi’ne ait Prizren, Üsküp’ün kuzey-batısında Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir kent. Rumeli Türk Tiyatro Sanatçıları Derneği Başkanı ve Nafiz Gürcüali Tiyatrosu elemanlarından Etem Kazaz’ı görmek ve onun aracılığıyla diğer arkadaşları da tanımak üzere gittim Prizren’e. Üsküp’den 160 km. lik yolu, yine dağların ve ormanların arasından üç saatte kat ederek ulaştım hedefime. Neden üç saatte ulaştığıma gelince; Birinci neden, Makedonya’dan Kosova’ya geçişte önce Makedon, sonra UNMİK’in (Birleşmiş Milletler Geçici Komisyonu) pasaport kontrolünden geçiliyor. İkinci neden de, trafiğin ağır ilerleyişi. Katlarca daha keskinlerine Toroslar’da, Ziganalar’da rastladığımız virajlı bir karayoluyla ulaşılıyor Prizren’e. Ancak sürücüler çok dikkatli ve had safhada trafik fobime karşın beni dahi bıktıracak ölçüde yavaş ve dikkatli. Dolayısıyla bir konvoya takıldığınızda,kimsenin sollama yapmadığını görüyor ve bu yolculuk nasıl bitecek diye düşünüyor insan. Bu düşüncelerle Prizren Otogarı’na vardık. Prizren temiz ve sımsıcak atmosferiyle (bu sıcak atmosferde güneşin de payını unutmamak gerek), tıpkı Üsküp ve Ohrid gibi konuğunu hemencecik kucaklayıveriyor. Sırtını Sharr Dağı’na vermiş, yüzünü Bistrica Irmağı’na dönmüş, Kosova’nın en güzel kentlerinden biri olduğu söylenen kentlerinden biri olarak adeta küçük bir açık hava müzesi gibi Prizren. Tarihsel dokusu ve mimarisi özenle korunmuş kentin. Camileri, medreseleri, çeşmeleri ve o tatlı içme suları ve temiz havasıyla insanı birden bağlayıveriyor kendine. Nitekim Prizrenli Türkler, bu kentin kendine özgü bir ruhu olduğunu ve bu ruhun dışardan gelenleri ele geçirme şansının yüksek olduğunu söyleyerek, Prizren Şadırvanı’ndan su içenin, bir daha buradan ayrılamayacağını ifade ediyorlar gururla.(özellikle bizi karşılama nezaketini gösteren Nafiz Gürcüali Tiyatrosu’nun şimdiki başkanı Hayrullah Şkurdak ve aylarca haberleşmemize karşın, ne yazık ki karşılaşamadığım Zübeyde Hanım Türk Kadınlar Birliği üyelerinden arkadaşım Figen Kazaz ‘ın ifadesiyle)Prizren şimdilerde Kosova Özerk Bölgesi’ne bağlı. Henüz dünya tarafından tanınan bir devlet olmadığı ve Birleşmiş Milletler Geçici Komisyonu(UNMIK) tarafından denetlendiği için resmi adı bugün “Kosova Özerk Bölgesi” olarak geçiyor. Yani Kosova’nın henüz siyasal konumu ve kaderi belirsiz. Yugoslavya Federasyonu dağılmadan önceki dönemde Kosova ,Sırbistan, Bosna-Hersek, Slovenya, Hırvatistan, Karadağ ve Makedonya gibi altı cumhuriyetle birlikte Voyvoda’yla birlikte iki özerk bölgeden biriydi. 1989’da Kosova’nın özerk statüsü kalkıyor ve Sırbistan’a dahil ediliyor. 1991’de federasyonun çöküşünden sonra, Slovenya,Hırvatistan, Makedonya ve Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan ediyor. Sırbistan ile Karadağ ise yeni Yugoslavya Federasyonu’nu oluşturuyor. Tarihten gelen karmaşık bir sosyal ve etnik yapıya sahip olan Kosova’nın trajedisi de böylece başlıyor. 1991’ de Kosovalı parlamenterler bu kötü kaderi değiştirmek üzere Kosova’nın bağımsızlığı için cumhuriyeti ilan ederler ama yine de, bugüne dek Kosova bağımsız bird evlet olarak tanınmaz. Yalnızca özerk bölge statüsünde kabul edilir. Parlamentonun üstünde Birleşmiş Milletler Geçici Komisyonu(UNMIK) tarafından denetlenen Kosova siyasal statüsü belirsiz hayatını sürdürmeye çalışıyor.Kosova’nın farklı yorumlara neden olan karmaşık da bir tarihi var. Sırplara göre Kosova 6. ve 7. Yüzyıllarda Sırp göçü başladığında sahipsiz topraklar. Oysa Arnavutlar, bu toprakların yerlilerinin, Roma Dönemi öncesine dayanan İlliryalılar’ın torunları olduklarını savunarak, kendilerinin olduğu, Sırplar’ın daha sonra geldiği görüşünde. Ortaçağ’da ise Kosova,Sırp İmparatorluğu’nun merkezi. Sırp Ortodoks Kilisesi’nin merkezi ise Kosova’daki Peç(İpek) kenti. Prizren ise Sırp Prensi Stephan Duşan’ın en önemli başkenti. Bu dönemde Arnavutluk’un önemli bir parçası da Sırp İmparatorluğu’nun hegemonyasında.Sultan I. Murat’ın 1389’da yaptığı I. Kosova ve ardından 1448 tarihli II. Kosova Savaşı’nın ardından kesin olarak Osmanlı hakimiyetine giriyor. Böylece bölge Müslümanlaştırılıyor. Balkan Savaşı sırasında yeniden Sırplar tarafından ele geçirilen Kosova, büyük Avrupalı güçler tarafından desteklenerek kurulan Arnavutluk’a bağlanmayı isterken, Sırbistan’a bağlanıyor. Binlerce Arnavut da göçe zorlanıyor.II. Dünya Savaşı’nın ardından, Tito öncülüğünde, Sırp, Hırvat, Sloven halklarıyla birlikte gerçekleştirilen partizan savaşı sonunda Yugoslavya kuruluyor. Son derece hassas bir denge kuran Tito’nun son yıllarında Kosovalılar büyük özerklik elde ediyorlar. Tito sonrası Sırplar’dan yana bozulan dengeler Slobodan Miloseviç’in politikasıyla şiddete ve savaşadönüşüyor. Sırplarla Arnavutlar arasında olan ve şiddetin en sert boyutlarıyla gündeme gelen savaş, Nato’nun, ilk kez bağımsız bir devlete karşı bastırma harekatına girişmesine neden oluyor (24 Mart 1999). Sırp hedeflerine, yüzde 85’ini Amerikan uçaklarının oluşturduğu bombardımanlar sonucunda Birleşmiş Milletler, güvenliği sağlamak adına, yönetime elkoyuyor.Seksenli yıllarda yapılan istatistiklere göre Kosova’da , nüfusun yüzde 90’ınıMüslümanlar oluşturuyor. Bunların çoğunluğu da (Yüzde 80’i) Arnavut Müslümanlar.Kalanların ise büyük çoğunluğu Türk, küçük bir bölümü de Rom(Çingene). Sırpların çoğunluğu ise Hristiyan-Ortodoks. Tarihte Prisren, Prisrend, Prisrendi, Prezdra, Perzerin gibi adlarla anılıyor Prizren.Yörede bulunan mezarlar ve el sanatları eserlerinden yola çıkılarak, Prizren’in tarihinin Antik zamanlara kadar uzandığı kaydediliyor. Sharr Dağı’nın yamaçlarıyla, düzlükteki yerleşim alanlarını Bistrica ırmağı ayırıyor. Irmak üzerindeki Taş Köprü ise bu iki yakayı tekrar birbirine bağlıyor. Prizren iki katlı balkonlu evleri ve yemyeşil bahçeleriyle mimarisini özenle korumuş. Arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş rüzgarlı dar sokaklar kente oryantal bir atmosfer kazandırıyor. Bu atmosfere yoğun biçimde katkıda bulunan Osmanlılar’dan kalma pek çok eser var Prizren’de de. Bayraklı Gazi Mehmet Paşa Cami(1561), medrese ve hamamdan oluşan Mehmet Paşa Külliyesi, Sinan Paşa tarafından yaptırılan Sinan Paşa Cami(1615), Fatih Sultan Mehmet Namazgahı(1455), Prizrenli tarihçi ve ozan adına yaptırılan Suzi Çelebi Cami gibi. Ayrıca, önce Roma Katolik Kilisesi, sonra Doğu Ortodoks Kilisesi’ne dönüşen Sh’nmria Levishka Kilisesi de Hristiyanlar’ın ibadet merkezi. Prizren’de, Üsküp’teki yorgunluk ve yoksulluk görünmüyor ama kentte bir tedirginlik var sanki. 1981 sayımına göre yaklaşık 130 bin kişinin yaşadığı Prizren’de, 80 sonrası dengelerin giderek bozulması ve 1998’deki Sırp saldırısıyla ve ardından gelen çatışmaların bir yansıması olarak bütün ekonomik dengeler alt üst olmuş. Kosova’da para birimi olarak Euro kullanılıyor ama işsizlik en temel sorun burada da. Kentte her sokakta çalışan motorların uğultusu ve gürültüsü insanı tedirgin ediyor. Sık sık elektrik kesintileri oluyormuş Prizren’de.Gürültüler jeneratörlere aitmiş. Haberleşme-iletişimde de kimi zaman sorunlar yaşanıyor.Sabit telefonlarda farklı (381), cep telefonlarında farklı ülke kodu (377) kullanılıyor. Eğlence yerleri 23.30 ya da en geç 24.00’de kapanıyor. Çünkü insanlar tedirgin, henüz savaşın ve zaman zaman yaşanan şiddet olaylarının korkusunu henüz atamamışlar üzerlerinden. Bu yüzden, Nato Barış Gücü’nü temsilen Prizren’de görev yapan Türk Taburu için “teminatımız”diyor Prizrenliler ve askerlerimizin orada olmasından duydukları memnuniyeti bildiriyorlar.Prizren’e iner inmez yaptığımız kısa bir taksi yolculuğundan sonra Prizren Kültür Evi’ne giderken, Sharr Dağı’nın yamacında, Prizren’in en güzel yerinde, simsiyah olmuş binalar ve yukarıda yine aynı görünümlü bir manastır dikkatimi çekiyor. Soruyorum arkadaşlara –Nedir bunlar? diye. Onlarda üzüntüyle 17 Mart olaylarını anlatıyorlar bana.Arnavut gençler tarafından göz göre göre yakılmış Sırpların okulları ve manastırları.Prizren’in ışıldayan yeşili ve parlayan güneşini karartıyor bu görüntü. Türkiye’ye döndüğümde de bir haber okuyorum Prizrenliler Sitesi’nden: 300 Arnavut’un cesetlerinden oluşan bir toplu mezar bulunmuş yine aynı bölgede. Katliamı yapan Sırplar. İnsan gerçekten üzülüyor, üzülürken de öfkeleniyor. Birbirinin kimliğinin, kültürünün, dilinin, dininin,geleneğinin farkında olarak, yani var olarak yan yana yaşamak varken, bu şiddet niye? Bu sorunun pek çok bilinen yanıtları var tabii. Kabuk bağlamış yarayı kaşımak gibi. Ama konumuzun dışında kaldığı için bu konuya girmemek de yarar var. Sonunda Prizren Kültür Evi’ne geliyoruz. Burayı Türkler, Arnavutlar ve Romlar ortak kullanıyor. Yaklaşık 500 kişilik bir tiyatro salonu var. Aşağı yukarı 12 m. derinliğinde bir de sahnesi. Koltukları neredeyse 40 yıldır değiştirilmemiş. Yorgun ve eski ama hala sağlam. Sahnede, bizdeki pop-star’ın eşdeşi pop-idol TV yarışmasının dekorları var. Başka da tiyatro salonu yok Prizren’de. Bu yüzden kentteki bütün etkinlikler bu yorgun salonda yapılıyor.“Yeni Dönem Medyası” Prizren Türkleri arasında birlik, beraberlik, dayanışmayı güçlendirme ve Türklerin sorunlarını gündeme taşıma, tartışma amacıyla kurulmuş. Radyo ve gazete gibi birimleri olan ve Mehmet Bütüç tarafından yönetilen bir kitle iletişim kuruluşu.Yeni Dönem Radyosu, Yeni Dönem Gazetesi ve Makedonya’da Yeni Balkan Gazetesi gibi görsel ve işitsel yayınlarıyla pek çok görevi üstlenmiş. Kujtim Pacaku’nun öncülüğünde Romanî dilinde de yayın yapıyor Yeni Dönem Radyosu. Rom dilinde çeşitli programlar yapan Kujtim Pacaku’ da bir Rom. Entelektüel bir birikimi ve bu birikimden yararlanarak, Romanî dilinde ilk kez yayınlanan bir de sözlük oluşturmuş. Rumeli Türk Tiyatro Sanatçıları Derneği ve Nafiz Gürcüali Tiyatrosu’nun üyelerinden, sevgili arkadaşım Etem Kazaz’la birlikte iki saatlik bir de canlı yayın gerçekleştirdik Yeni Dönem Radyosu’nda. Konu da; “DünyaTiyatrosu ve Türk Tiyatrosu’nun Yönelişi, Prizren’deki Tiyatro Çalışmalarının Bu Süreçteki Yeri ve Türk Tiyatrosu’yla Karşılıklı İlişkileri”. Bu söyleşiden çok memnun kaldığımı ayrıca belirtmeliyim. Çünkü bu gezi sırasında, fiilen tiyatroyla ilgili bir iş yapmanın hazzını yaşattı.Ohrid’den dönerken Türk tiyatrocu arkadaşlarımdan, Skopje-Üsküp Hava Alanı’ndan uçağa binerken beni yolcu etmeye gelen Rom tiyatrocu arkadaşlarımdan ayrılmanın derin hüznünü nasıl yaşadıysam, Prizren’den ayrılırken de, orada, tüm yoksulluğa, işsizliğe ve belirsizliğe rağmen tiyatro mücadelelerini sürdüren Türk arkadaşlarımdan ayrılmanın hüznünü, üzüntüsünü aynı biçimde yaşadım Ve düşündüm yeniden yeniden... Farklılıklar insanı, insanlığı ve de dünyayı zenginleştirmesi, çoğaltması gerekirken, neden insanların birbirinin boğazına sarıldığı kanlı savaşlara dönüşüyor diye. Dünyadaki birleşmenin ve iyileşmenin ön koşulu olarak sunulan küreselleşme ya da tek tipleşmenin beraberinde getirdiği bu “Biz” ve “Öteki” kavramları hangi kavşakta buluşacak da, insanlar için daha yaşanası ve barışçıl bir gelecek kuracak? Böyle bir uzlaşma, yoksulluğun ve ekonomik çıkar kavgalarının insani değerleri alt üst ettiği, giderek agnostik, nihilistik ve sinik düşüncelerin yaygınlaştığı bir dünyada mümkün olabilecek mi?
En son psykhe tarafından 20/7/2008, 3:34 am tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi | |
| | | psykhe Admin
Mesaj Sayısı : 908 Kayıt tarihi : 14/04/08
| Konu: Geri: Makedonya'dan Tiyatro 20/7/2008, 2:26 am | |
| Devam...
ÜSKÜP TÜRK TİYATROSU ve “FIRTINA
”Shakespeare’in “Fırtına” adlı oyunuyla Üsküp Türk Tiyatrosu bir anlamda bu soruların yanıtlarını arıyor.Üsküp Halklar Tiyatrosu (Skopje Nationalities Theatre) adı altında Eski Üsküp’teki,Nicola Martinovski caddesinde konuşlanmış tiyatro binasında uzun yıllardır perdelerini açan Üsküp Türk Dram Tiyatrosu’nun geçmişi oldukça eski. Tiyatronun sanat yönetmeni Atilla Klinçe, oyuncularından, aynı zamanda Dramatik Sanatlar Fakültesi, Oyunculuk Bölümü öğretim elemanlarından Doç. Elyesa Kaso ve tiyatronun emektar oyuncularından Selahattin Bilal ve Mustafa Yaşar’la ya yaptığım söyleşiden de öğrendiğime göre 1950’de Lütfü Seyfullah tarafından kurulmuş. İlk galasını da, Branislav Nuşiç’in Şüpheli Şahıs adlı oyunuyla gerçekleştirmiş. Dolayısıyla tiyatronun köklü bir geleneği olduğunu belirtiyor Türk oyuncular. Ayrıca eski Yugoslavya’nın kültürel-sanatsal ve tiyatral politikalarından kaynaklanan birikimin bugüne miras kaldığını, Makedonya’da bu birikimden ve mirastan kaynağını alan güçlü tiyatro adamları olduğunu vurguluyor ve Üsküp Türk Dram Tiyatrosu’nun yönelişini şöyle açıklıyorlar: Bizler yeni bir senteze ulaşmanın yollarını arştırıyoruz. Stanislavski’den, Grotowski’ye, Brecht’ten Brook’a, geleneksel tiyatrodan modern tiyatroya pek çok görüşü oyunlarımızda bireştirmek için çabalıyoruz. Bu yüzden yeni yorumlardan, deneysel çalışmalardan ve tiyatroda klasik tarzın ötesine geçmekten yanayız.Bugüne dek yaklaşık 250 oyun sergileyen tiyatro, Shakespeare, Moliere, Dostoyevski,Gogol, Lorca, Brecht gibi yabancı yazarlara sahnelerinde yer verirken, Necati Cumalı, Nazım Hikmet, Haldun Taner, Aziz Nesin, Orhan Asena, Turan Oflazoğlu, Güngür Dilmen gibi Türk yazarların oyunlarını da oynamış. Makedonya’da yaşayan Türk yazarlardan Hüseyin Süleyman, Mustafa Karahasan, İlhami Emin, Hasan Mercan, Necati Zekeriya, Lütfü Seyfullah, Şerafettin Nebi, İrfan Belur, Bedia Begovska’nın oyunlarını sahnelerken, Tome Arsovski, Goran Stefanovski, Yordan Plevne, Viladimir Plavevski gibi Makedon yazarları da seyirci karşısına çıkartmışlar. Sergiledikleri oyunlardan bazıları: Yunus Emre, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Boş Beşik, Elif Ana, Don Juan,Deli İbrahim, Bakan ve Ben, Aman Karım Duymasın, Kafkas Tebeşir Dairesi, Beyaz Çingene,Sınırdaki Ev, Gılgamış Destanı, çocuk oyunu olarak da: Gökkuşağı Peşinde, Küçürek Kız,Uyanmak, Ali İle Ayşe gibi.Yönetmen olarak, kimi zaman kendi içlerinden, kimi zaman Makedon, bazan da Türkiye’den gelen yönetmenlerle çalışıyorlar. Örneğin; Raik Alnıaçık Yunus Emre’yi, Kenan Işık Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ı, Yücel Erten Kafkas Tebeşir Dairesi ve Sınırdaki Ev’i yönetmiş Üsküp Türk Tiyatrosu için.Eski Yugoslavya döneminden kalan görkemli bir sahnesi olan (Yaklaşık 20 m.Derinlik, döner sahne, asansör sistemi ve her türlü teknik donanıma sahip) 350-400 kişilik seyirci kapasitesine sahip bir salonda sürdürüyorlar çalışmalarını.Onlar için festivaller, Makedonya’daki Türk Tiyatrosu’nu tanıtmak ve iletişim kurmak açısından çok önemli. Bugüne dek “Vozdan Çernodrinski” (Pirlepe), “MESS” (Saraybosna),“Sterizno Poyorze” (Novi Sad), “Risto Siskov” (Ustrumca), Çocuk Tiyatrosu Festivali(Sibenik), “Tiyatro Festivali” (İtalya), “Polverici” (İtalya), “Uluslar arası Tiyatro Festivali”(Ugadugu-Burkina Faso, Afrika), “Satirino Kayaliste-Dani Satire” (Zagreb) gibi pek çok uluslar arası festivallere katılıp ödüller almışlar. Üsküp Türk Tiyatrosu için Türkiye’yle ilişkiler de çok önemli. Bu yüzden Türkiye’ye pek çok turne yapıp, Denizli ve Alaçatı Festivallerine katılmışlar. 9 Temmuz’da da İstanbul’daydılar.Üsküp Türk Tiyatrosu şu anda Shakespeare’in Fırtına’sını oynuyor. Can Yücel’in,Mimesis 7. Sayı’da yer alan yazısında, Tiyatro Boğaziçi’nin yorumuna, “Issız bir Ada”yı İstiklal Caddesi’ne çevirmeyi başarmışsınız!” dediği Shakespeare’in Fırtına’sı, kişiyi çok değişik yorumlara yelken açtıran en zengin metinlerinden biri. Oyunun kaynakları 15 ve 16.Yüzyıllarda, kesifler aracılığıyla başlayan krallık-burjuvazi-kölelik çatışması içinde yol alan kolonyalist anlayışa dayanmakta. Can Yücel Fırtına çevirisinin önsözünde bu tarihsel olaylar hakkında şu bilgileri veriyor: “Fırtına’nın tarihlendirilmesi açısından iki önemli olay var:Birisi I. James’in kızı Elizabeth ile Elector Palatine’nin evlenme şenlikleri sırasında,1613’de, sarayda oynanmış oluşu, öbür olay da 1609’da yer alan Bermuda Serüveni. (...)Yeni Dünya’nın keşfi bakir doğasıyla, uygarlıktan nasipsiz ilkel insanıyla Rönesans aleminde eski Altın Çağ hayalini canlandırıverdi. Bu eğilim İngiltere’de 1609’da ter alan Bermuda olayıyla yaygın bir güncellik kazandı. Dediğimiz tarihte, dokuz parçalık bir donanma John Smith’in Virginia kolonisini desteklemek üzere Sir Thomas Gates ile Sir George Summers’ın kumandasında denize açılır. İki ay sonra Kumandan Gemisi: Deniz-Serüveni fırtınaya tutulur, donanmadan ayrı düşüp Bermuda adalarına sürüklenir, karaya vurur. Teknedekiler sağ-salim kıyıya çıkar, gemideki donanımı ve levazımı da kurtarırlar. Öbür gemiler ana-karaya varmıştır. Sonradan kurtuluşları, muştusu ve başlarından geçenler İngiltere’yi hop oturtur, hop kaldırtır. Bu serüven üzerine kitaplar, yaprakçalar yayımlanır. Shakespeare’in bu yayınları okumamış olmasına olanak yoktur. Hatta bu badireden kurtulanların tanışı olduğuna dair kanıtlar vardır. Fırtına’ya mekanlık eden Issız Ada da Bermuda yaprakçalarında anlatılan adayı anlatmaktadır”. Shakespeare’in metninde, hem bilimsel, hem de büyüsel bilgiyle ilgilenen Prospero hükümet işlerini kardeşi Antonio’ya bırakmış. Antonio da, Napoli kralıyla anlaşarak Prospero’yu ülkesinden sürüyor. Napoli’den bir gemiyle açılan Prospero bir adaya çıkıyor ve bir yandan da büyücülüğünü geliştiriyor. Kardeşinden intikam almak için,bir gün Napoli Kralı’yla kardeşinin gemisi Napoli’ye doğru yol alırken, büyü gücüyle zorlu bir fırtına çıkarıyor. Baş cini Ariel ve diğer cinlerin yardımıyla. Gemi karaya oturuyor.Kazazedeleri, efendisi Prospero’nun söylediği gibi ıssız adanın ötesine berisine serpiştiriyor Ariel. Napoli kralı Alonso’nun oğlu Ferdinand’ı da tek başına adaya çıkartıyor. Böylece Prospero’nun istediği gibi, kızı Miranda ile Ferdinand karşılaşacak, birbirlerine aşık olacaklardır. Nitekim öyle de oluyor. Adaya çıkan Antonio, Alonso’nun kardeşi Sebastian ve kralın danışmanı Gonzalo Ferdinand’ı ararken Ariel’in efsunuyla uyuya kalıyorlar. Bu arada Ariel, Antonio’nun Sebastian’ı krallık Alonso’yo öldürmesi için kışkırtmasını sağlıyor. Ariel Alonso’yu uyandırıyor. Tekrar Ferdinand’ı aramaya çıkıyorlar. Açlıktan ve yorgunluktan bitkin bir haldedirler. Ariel bu kez, yine büyüyle onlar için bir şölen sofrası hazırlıyor. Tam sofraya kurulacaklarken sofra kayboluyor. Prospero’nun cini Ariel, Prospero’ya yapmış oldukları kötülükleri onlara bir bir sıralıyor. Bu fırtınanın ve ıssız adanın bir ceza olduğunu belirtiyor ve pişman olduklarını belirtmelerini istiyor. Hepsi neye uğradıklarını şaşırıyor. Öte yandan adanın yabanlarından Caliban da, Prospero’yu mağarasında öldürmeye çalışıyor.Ancak Prospero’nun cinleri onu Caliban’dan kurtarıyor. Prospero, kral Alonso ve diğerlerinin çılgına döndüklerini ve nedamet getirdiklerini öğrenince, hepsini bağışlıyor ve sopasıyla bir daire çizip, onları içine alarak büyüden kurtarıyor ve dükalığını yeniden kazanıyor. Ferdinand ile Miranda da birbirlerine kavuşuyor ve güvenlik içinde İtalya’ya geri dönüyorlar.Üsküp Türk Tiyatrosu’nun gerek yorum ve sahneleme, gerek oynanış açısından Fırtına’ya yaklaşımı ise çok farklı. Bölgesel savaşların insanı alt üst ettiği dünyamızda ve bundan en çok etkilenen Balkanlar kuşağında bir ülkede, son derece çarpıcı, düşündürücü ve güncel biçimde ele alınmış oyun. Shakespeare’in oyunundaki fırtına Balkanlar’dan dünyaya doğru genişleyen bir fırtınaya dönüşmüş. Shakespeare dönemindeki bol çatışmalı, ikilemlerin yoğun biçimde yaşandığı ve bütün bu değişmeler ,içinde birey merkezli tutkularla, iktidar sahibi kişilerin birbirlerinin altını oymaya çalıştığı entrika düzeni tam da günümüz dünya düzeniyle örtüşüyor. Yugoslavya Federasyonu’nun çöküşünden sonra çeşitli etnik toplulukların, ufak bir kıvılcımla, hayatı birbirlerine dar ettiği Balkanlar trajedisi de aslında bir Fırtına’nın sonucu değil mi? Nitekim oyunu finalinde bir “Barış Türküsü” söyleniyor.İnsanın kimi zaman yüreğini buran, kimi zaman duygusallaştırıp, umutla, gelecek günlerindaha güzel olacağı yanılsamasına sokan. Ama böyle bir dünyada mümkün müdür bu umudu gerçekleştirmek? Yaşananlar yanılsama mıdır, oyun mudur, yoksa gerçek mi? Eğer gerçek,insanın böylesine parçalandığı, hırpalandığı, itilip kakıldığı bir dünyanın verdiği acı veren bir gerçek ise, yaşasın oyun ve yaşasın düşler! Bu yüzden oyuncular finalde “Barış”ı arıyorlar bir süre, bulamadıklarını görünce de oyuna dönüyorlar yeniden.
En son psykhe tarafından 20/7/2008, 3:30 am tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi | |
| | | psykhe Admin
Mesaj Sayısı : 908 Kayıt tarihi : 14/04/08
| Konu: Geri: Makedonya'dan Tiyatro 20/7/2008, 2:29 am | |
| Devamı...
Oyunun yönetmeni Makedon Aleksandar Popovski. Popovski’yle tiyatronun sanat yönetmeni Atilla Klinçe’nin aracılığıyla tanıştım. Genç bir yönetmen, belli ki şimdilerde,değerlerin ters yüz olduğu dünyada, tiyatro yoluyla bir çıkış arıyor. Eski dünya düzeni ve dayatılan yeni dünya düzeni ikilemi içinde, tiyatronun alternatif, deneysel ve yeni yollarını kullanarak bir yolculuğa çıkmış ve Fırtına’ yı bir başka boyuta taşımış. Oyuncular da bu arayış ve yolculuktan memnun. Çünkü her fırsatta, oyunla, yorumla, sahnelemeyle ilgili yönetmenle birlikte yaşadıkları o heyecanlı ve zorlu prova sürecini, oyundaki değişiklikleri,yorum farklılıklarını, buluşlarını anlatıyorlar. Altını çizdikleri en önemli yorum değişikliği de Prospero, cini Ariel ve kölesi Caliban rollerini kadın oyuncuların, kadın olarak oynamaları.Oyunun girişinde, ünlü Makedon besteci Kiril Caykovski’nin, insanı ürperten koral ezgilerle donanmış o enfes müziği eşliğinde, feraceli dört kadını (Prospero, Miranda, Ariel, Caliban)görüyoruz. Ağır devinimlerle, uzun sopasına dayalı Prospero Kadın’ın çevresine organik olarak dağılmış, yalnızca gözlerinin göründüğü feraceleriyle, ev işleriyle uğraşıyorlar. Ütü yapmak, çamaşır yıkamak gibi. Kirleri temizliyorlar da denilebilir. Yani Shakespeare’in Issız Adası bir kapalı mekana-mağara ya da eve- dönüşmüş. Adeta hapsedilmiş, siyah feraceleriyle gizem yüklü kadınlar. Lorca’nın Bernarda Alba’sını da çağrıştırıyor bu atmosfer.Otorite bir ana ve köleleştirdiği kızları.Oyun St. Cliement Kilisesi arkasında göle nazır bir tepede, gecenin karanlığında daha da heybetli görünen iki ağaç arasında, fırtına olmasa da, tatlı bir rüzgar eşliğinde oynandığı için, Kiril Caykovski’nin ağıtı andıran kadın vokali ve altta oryantalist varyasyonlarla süslenmiş gizem yüklü müziği eşliğinde, karalar içinde, ağır devinimlerle ev işleriyle uğraşan kadınların, yalnızca kapatılmış bir kafeste değil, ıssızlığın ortasında kaldığı düşüncesini de beraberinde getiriyor. Ancak, büyücülük ve bilimi aynı potada eritmeye çalışan Prospero,Miranda, Ariel ve Caliban rollerini oynayan kadın oyuncularla ne çağrıştırılmak isteniyor diye tekrar tekrar düşünmekten kendimi almıyorum. Kadınların oynadığı roller gizemli bir düzeni mi çağrıştırıyor? Eski düzeni mi?, Yeni düzeni mi? Shakespeare’in metnini de göz önüne alırsak, kolonyalist, gelişmeye başlamış burjuva-uygar(!) ve de entrikalarla dolu kralcı bir düzeni temsil eden Prospero ve yandaşlarının, böylesi bir tersinlemeyle (Erkek rollerinin kadınlar tarafından oynanması) yansıtılması, “Kadın” ı da aynı düzenin temsilcisi yapmaz mı?Oysa bütün bu entrika düzeni erkeklerin kurduğu ve yaşattığı bir düzen değil mi? Bunları sormak isterdim arkadaşlara, ancak zaman kıtlığından böyle bir olanağım olmadı.Issız Ada ve Prospero’nun mağarası, temizlik yapılan bir yere dönüştüğü için, kirli çamaşırların yıkanması da söz konusu ediliyor oyunda. Oyun alanının gerisinde bir otomatik çamaşır makinesi var, içine atılan kirlilerle fırtına çıkarılıyor. Kadınlardan biri (Ariel) deterjanı, makinenin kutusuna koyacağına yere, toprağa döküyor. Oyun alanının belli yerlerine yerleştirilmiş eski püskü küvetler farklı amaçlarla kullanılıyor. Örneğin tekne olarak kullanıldığı gibi, duvarında gölge oyunu oynatılan bir yansıtıcı da olabiliyor. Aynı zamanda,entrika düzeninin ya da Prospero’nun yeniden kurmaya çalıştığı kralcı düzeninin kirliliğini de imliyor belki de. Dingin, gizemli bir girişten sonra, aniden, üstleri siyah bezlerle kapatılmış oyuncular, vulgarize edilmiş -Çakamadım Ben Seni- bir arabesk müzik eşliğinde ayağa kalkarak, siyah bezlerle bir karmaşa yaratıyorlar sahnede. Çamaşır makinesinin yarattığı fırtınanın sonuçları bunlar. Teknolojiyle yaratılan fırtına, küvetler, feraceli, gizemli kadınlar,arabesk ve oyunda kullanılan daha pek çok gösterge insanın aklına pek çok soru getiriyor.Kuşkusuz yine Fırtına’ nın nedenini ve anlamını sorguluyor insan. Nedir Fırtına’ nın altında yatan ironi? Fırtına eski düzen midir? Yugoslavya’yı da düşünürsek, sosyalist-kapitalist ikilemine dayanan eski dünya mıdır? Yoksa bir kaos halinde içinde yaşadığımız ve sorgulanması gereken pek çok olguyu içinde barındıran sözde yeni düzen midir? Yoksa hepsi midir? Otomatik çamaşır makinesinin yarattığı fırtına aslında teknolojini yarattığı bir fırtına mıdır? Feraceli kadın Prospero’nun sürekli elinde gezen, kimi zaman geçmişi aktardığı, kimi zaman da büyü için baş vurduğu ve bilim-büyü ilişkisiyle komünist ütopyayı da vurgulayan Marks’ın “Das Kapital”i eski düzene yönelik bir eleştiri göstergesi midir? Yoksa doğrudan var olan karmaşayı mı (Ferace-Kapital, Teknoloji-Eski Küvet, Eski-Yeni) göstermektedir?Shakespeare’in metninden yola çıkıldığında, eski kralcı düzeni savunan Prospero’nun elinde gezmesi, insanın eşitliği teziyle ortaya çıkan ve zaman içinde hedefinden sapan Sovyetler ve onun etkisi altındaki diğer ülkelerde de hakim olan sosyalist düzene ironik bir anlam yükleyen bir öğe midir? Prospero’nun düşlediği adil düzeni kurmak için kullandığı baş vuru kaynağımıdır? Bir tarih kitabı mıdır? Bir büyü kitabı mı? Yoksa kutsal bir kitap mı? Oyun boyunca kadınların elinde gezen “Kapital”in beraberinde getirdiği böyle pek çok sorunun yanıtını düşünmeden edemiyor insan.Issız adanın ya da mağaranın çevresinde bisikletiyle uzun süre turlayarak (yolunu bulmak için dönerek turlayan) arkadaşlarını ve babasını arayan Ferdinand, kimi yerlerde I.Dünya Savaşı’ndan kalan bir pilotu çağrıştırıyor. Saint Exupary’nin Küçük Prens’indeki pilotu. Dolayısıyla Miranda ile Ferdinand’ın aşkı savaş dönemlerinin romantik-melodramatik aşklarına dönüşüyor. Böylece ironiyi de beraberinde getiriyor. Oyun bu tür pek çokç ağrıştırıcı öğe, imge ve göstergelerle yüklü. Şemsiye altında “Kapital” okuyan kadınlar,ayakta duran küvet içinde seks yapan çift, küvetin yan duvarında el ve parmaklarla yansıtılan gölge oyunu, Alonso’nun boşalttığı suyla büyüyen çiçek ve daha pek çok.Shakespeare’in Fırtına’ sında yansıtılan Prospero’nun onarmak istediği kralcı düzen,danışman Gonzalo’nun dile getirdiği ütopik düzen, Antonio’nun savunduğu burjuva düzeni çatışması içinde, Shakespeare’in içinde yaşadığı koşulları ve dünyaya bakışı da hesaba katıldığında, yüceltilenin, Prospero’nun restorasyon çabası olduğu söylenebilir. Popovski’nin yorumu ise, sosyalist-kapitalist blokların çatışmasıyla çıkmaza giren eski düzen ile,demokrasi-açılım-özgürlük tezleriyle yola çıkan ve bugün yeni bir kaosa dönüşen dünya düzeni arasında, sorular ve sorgulamalarla sıkışıp kalan insanın dramını sunuyor. Bu yüzden finaldeki, “Barış Türküsü” ne rağmen tekrar düşe-oyuna dönmek istiyor oyuncular. Çünkü barış kurulamıyor bir türlü ne Balkanlar’da, ne de dünyada.Üsküp Türk Tiyatrosu’nun oyuncuları büyük bir içtenlikle, coşkuyla, sevgiyle oyuna sarılıyor. Türk azınlığa ait bir gruptan olmanın ve yaygın ekonomik sıkıntıdan pay almanın getirdiği sorunlara rağmen, yıllardır özveriyle ve inatla, heyecanlarını yitirmeden tiyatro yapma çabalarını sürdüren Üsküp Türk Dram Tiyatrosu çalışanlarının hepsini, Fırtına’da görev alan, tiyatronun sanat yönetmeni Atilla Klinçe’yi, tiyatronun emektarlarından Selahattin Bilal, Mustafa Yaşar, Bedia Begovska, Elyesa Kaso’yu, Tamer İbrahim, Suzan Akbelge, Filiz Ahmet, Nesrin Tair’i, yönetmenleri Aleksandar Popovski’yi, sahne ve kostüm tasarımcıları Blagoja Micevski’yi, ışık-efekte emeği geçen arkadaşları ve oyunu anımsamak üzere defalarca dinlediğim ve Ohrid’deki o güzel atmosferi yeniden canlandırmama neden olan oyun müziğini yapan Kiril Caykovski’yi, yarattıkları bu ensemble ve ilginç çalışmadan dolayı kutluyorum.
En son psykhe tarafından 20/7/2008, 3:34 am tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi | |
| | | psykhe Admin
Mesaj Sayısı : 908 Kayıt tarihi : 14/04/08
| Konu: Geri: Makedonya'dan Tiyatro 20/7/2008, 2:30 am | |
| Devamı...
SUTO ORİZARİ’de ROMLARIN TİYATROSU: THEATRE ROMA Makedonya’daki Türklerin varlıklarını kimliklerini koruyarak sürdürme çabalarının sanatsal bir uzantısı nasıl Üsküp Türk Tiyatrosu’ysa, Romların var olma çabalarına tiyatro yoluyla katkıda bulunan bir başka tiyatro da, amatör olarak çalışmalarını sürdüren “Theater Roma”. Roma Tiyatrosu’nın elemanları işlerinin dışındaki zamanlarda tiyatro uğraşısını sürdürüyor. Tiyatronun üyeleri kendilerine bir misyon yükleyerek, yüzyıllardır pek çok ülkede “Öteki” olarak itilip kakılan Romların, gelenekleriyle, diliyle, yaşam biçimiyle varolduğunu tiyatro yoluyla anlatmak üzere bir araya gelmiş gönüllü Romlardan oluşuyor. Kimi esnaf, kimi Romlar için oluşturulmuş Avrupa-Amerika destekli projelerde çalışıyor, kimi de liseyi bitirmiş, ekonomik nedenlerden dolayı üniversiteye gidemeyen gençler. Çocuk üyeleri de var elbette Tiyatro Roma’nın. Okuldan sonraki zamanlarını Şutka’nın o dar çamurlu sokaklarında değil de tiyatroda geçiriyorlar. Tiyatro yönelişini ve politikasını, tüm finansal sorunlarına karşın, Roma kimliğinin var olduğunu anlatma yolunda belirlemiş. Roma’nın bu yönelişinin kökeninde, yina Suto Orizari’den, bir Rom tiyatrosu olan “Phralipe” var.Yöneticiliğini Rahim Burhan’ın yaptığı, uluslar arası bir topluluk olan Phralipe ekonomik nedenlerden ötürü Üsküp’ten ayrılıp Almanya’ya gitmiş. Tiyatro Roma’nın elemanları, aynı geleneği devam ettirmeye çalıştıklarını söylüyor.1999’da çalışmaya başladıkları ve İsveç Festivali’nde sundukları, broşürlerinde,modern tiyatronun ritüelistik, deneysel, alternatif anlayışlara göre hazırladıklarını ifade ettikleri, yönetmenliğini tiyatronun eski üyelerinden Seyfullah Ramazan’ın (Sejfula Ramadan)yaptığı Dog Years-(Köpek Yılları) tema olarak, II. Dünya Savaşı sırasında Rom halkının maruz kaldığı şiddeti işliyor. Tecavüz, dayak, işkence gibi insan haklarına aykırı ve onur kırıcı şiddeti. Savaş sırasında onları birer denek halina getiren soykırımını ve Rom halkının acılarını çarpıcı biçimde anlatmışlar. Oyun ortada oynanmış. Kendileri oyun hakkında şunları söylüyor: “Dog Years 1941’deki çok boyutlu Rom sorununu her yönden gösteren bir performans. Benzeri soykırımı bugünde pek çok savaşlarla sürüyor. (Bosna, Kosova, YakınDoğu’da olduğu gibi) Rom halkı ise tarihin eski zamanlarından bu yana, güçsüz oldukları ve doğa anadan, yalnızca özgürce yaşayabilecekleri bir toprak ve gökyüzü istediği için suçsuz yere denek olarak kullanıldılar.”Romların tarihi gerçekten de son derece karmaşık ve acı dolu. Tüm dünyada uzun yıllar önyargıyla, “Öteki” olarak görülen Romların tarihi konusunda birbirinden farklı pek çok tezler ileri sürülüyor. Rom sözcüğünün neyi ifade ettiği konusunda da çeşitli düşünceler var.Bu düşüncelerden biri de Dimitri Petrovna’ya ait. Petrovna, merkezi Budapeşte’de bulunan Roma Hakları Merkezi’nin çıkarttığı bir kitapta, “Roma” sözcüğünün kullanımı üzerine şunları söylüyor: “1990’ların başına dek ‘Roma’ sözcüğünün ne anlama geldiğini çok az insan biliyordu. Ama ‘Gypsies-Çingeneler’ hakkında herkesin bir fikri vardı. Son yıllarda,yabancılar tarafından etno-kültürel alanda ‘Roma’ sözcüğü ile ifade edilen bu isim, en azından Avrupa’da resmi ve politik alanlarda kullanılmaya başlanmış ve politik olarak kabul görmüştür. Bugün dünyada ‘Gypsy’ler’ diye bilinen insanların bir kısmı kendilerini Roma olarak görmemektedir. Ayrıca gelecekte bu sözcüğün bütün çingeneleri kapsayan geniş bir kimliği ifade edip etmeyeceği de belli değildir”. Ancak günümüzde, Roma kimliğini oluşturma sürecinde, tarihsel, antropolojik ve etnografik yazın alanında kullanılan, farklı anlamları da içeren ‘Gypsy’ sözcüğü politik platformda kullanılmak istenmemektedir diyen Petrovna, Romanî dilinde “Roma” sözcüğünün çoğul eril cins için kullanıldığını belirterek,aynı eserde bir başka anlamını da şöyle açıklıyor: “Bir başka anlamı da ‘Onlar’ın karşısında ‘Biz’i belirtmektedir. Yabancılar için genel bir sözcük olarak ‘Gadje-Gaci’ kullanılır.(...) Biz ve Onlar kavramını güçlendiren etken, tarihsel olarak içselleştirilmiş ezilme va dışlanma duygusudur”.Yüzyıllardır dışlanma, marjinalleştirme ve zorla asimilasyona karşın Gypsy gruplarının ortak etno-kültürel özünü oluşturan güçlü öğeleri koruduğunu belirten uzmanlar Gypsy’lerin parya statüsünün, yeni politik dinamiklere rağmen, farklı ülkelerde, farklı boyutlarda sürdürülmeye çalışıldığını da ekliyorlar.Pek çok ülkede, Tsygane, Gypsy, Kıptî, Çingene, Sinti, Lomavtik, Bosha, Karaşi,Roman olarak farklı isimlerle bilinen grupların, yüzyıllar boyunca dönem dönem devam eden toplu göçlerden kaynaklanan karmaşık ve de spekülasyonlara açık bir tarihi de vardır. Kimi araştırmacılar, 7. Ve 13. Yüzyıllar arasında farklı zamanlarda, farklı nedenlerle vatanlarını terk eden Hintli gruplarla ilişkilendiriyor. Kimilerine göre de, çağdaş Romların ataları, yine Hindistan’da en alt kastı oluşturan Shudralar’dan geliyor. Pek çok tarihçi de, İslam’a karşı uzun yıllar savaş veren kabilelerden Rajpatlar’la bağ kuruyor. 11. Yüzyıldaki Bizans’a dayalı daha eski kaynaklarda ise, büyü işleriyle uğraşan çingenelerin “Atsinganoi” ismi altında toplandığı ve bu ismin Grekler’de “Atsinganoi”, Bulgarlar’da “Tsigani”, Fransızlar’da“Tsigane”, Almanlar’da “Zingari”, Ruslar’da “Tsygane” ve Türkler’de “Çingene”ye dönüştürüldüğü söyleniyor. 14 ve 15. Yüzyıllarda Batı ve Orta Avrupa’ya doğru ilerleyen Romların, 16 ve 18. Yüzyıllar arasında Osmanlı hakimiyeti altındaki İslamlaştırma hareketi içinde, diğer topluluklarla birlikte Müslümanlaştırıldıkları kaydediliyor. Araştırmalar,Osmanlı’nın Romlara yönelik politikasının, aynı dönemdeki Batı Avrupa’nın politikasından çok daha hoş görülü olduğunu belirtiyor.Bulundukları bölgelerdeki demografik yükselişleri, yerleşik düzenin olanaklarından faydalanmak istemeleri ve işsizlikten dolayı suç oranlarının yükselmesi, önce, hacılar-yolcular olarak büyük bir misafirperverlikle karşılanan çingenelerin, 15 ve !6. yüzyıllardan başlayarak yine Avrupalılar tarafından Anti-Gypsy yasalarla dışlanmaları ve sürgün edilmeleri sürecini başlatıyor. Onların, Filistin’den Mısır’a kaçan Kutsal Aile’ye yardımcı olmakta başarısız olduğu için cezalandırıldığı ve bu yüzden oradan oraya gezmek zorunda kaldıklarına bile inanılıyor. Gypsyler’i casuslukla suçlayan Kutsal Roma İmparatorluğu, 15 ve 16. Yüzyıllarda,onlar için sürgünü zorunlu kılan pek çok ferman yayınlıyor. Suç oranları yüksek olan Gypsy şeflerine “Yeni Güvenli Yönetim Kağıtları” dağıtılarak Gypsyler çeşitli yaptırımlara bağlanıyor. Çeşitli sürgün yasaları (Diyet) çıkartılıyor. Örneğin; Norveç kralı III. Christian 16 yüzyılın ilk yarısında ve ardından oğlu II. Frederick, çingenelerin, üç ay içinde ülkelerini terketmeleri emrini veriyor. Almanya’da 15 ve 18. Yüzyıllar arasında 148 Anti-Gypsy yasası yürürlüğe konuyor. Mainz’da 1714’de, bütün Gypsy erkeklerinin öldürülmesi ve dövülmesi,kadınların ve çocukların damgalanması yasası geçiyor. İngiltere’de 1554 yasasına göre pekçok göçmen Gypsy erkek öldürülüyor. I. Elizabeth “Egyptianlar”a yardım eden herkese ölüm cezası getiriyor. 1541’de Scotland’da konsül, Gypsy’lerin otuz gün içinde ülkeyi terk etmesi kararını alıyor. İsveç’te 1637’de, Anti-Gypsy yasalarla erkeklerin asılması sağlanıyor.Fransa’da, çingenelerin bir kolu olarak bilinen Bohemyalılar’ın sürgün edilmesiyle ilgili birçok yasa çıkartılıyor. İspanya, Portekiz ve İtalya’da da benzeri olaylar yaşanıyor. Yalnızca Macaristan’da, dayatılan bir tür köleliğe rağmen, nispeten hoş görüyle karşılanıyor çingeneler.Bu yüzden metal işleriyle uğraşmanın yanında, müzisyen olarak da saygınlık görmeye başlıyorlar Macaristan’da.Avrupalı araştırmacılar bu kötü muamelenin asıl nedenini, çingenelerin suç oranlarının yüksek olmasından daha çok Avrupa’daki kültürel iklimin değişmesine bağlıyorlar.Protestanlığın yayılmasıyla etkinlik kazanan etik anlayışa bağlı olarak genel olarak serserilik ve ahlak dışı tutumun yayılmasına karşı tavır koyulmakla birlikte, üretken olmayan, ne idüğü belirsiz işlerde(dilencilik, hırsızlık, falcılık, yankesicilik gibi) çalışanlara karşı uygulanan yaptırımların getirdiği sonuçlar olduğunu belirtiyorlar.Yeni kültürel normlara adapte olamayan Romlar’ın adeta süpürüldüğü bu trajik tarihsel süreçte, farklı fiziksel görünüşlerinin, farklılıklarını pekiştiren yaşam stratejilerinin bu olumsuz tutumla karşı karşıya kalmalarında bir başka etken olduğunu belirtiyor uzmanlar.Balkanlar’da ve dünyanın pek çok yerinde yıllardır “Öteki” kimliğiyle ve insani olmayan önyargılarla toplumun en alt kesimini oluşturan bir topluluğu belirten “Roma”sözcüğünün birleştirici bir kimlik, bir çatı olacağı düşünülüyor. Bu yüzden, özellikle sosyal-kültürel-sanatsal alanlarda bu ortak olumsuz önyargının silinmesi için çaba gösteriliyor.Bulundukları her ülkenin dilinden etkilenerek heterojen bir nitelik gösteren Romanî dilini oluşturmaya çalışıyor Romlar.İşte Roma Tiyatrosu da, tiyatro yoluyla Romlar’ın bu ortak kimliği oluşturma sürecine katkıda bulunmak için bir araya geldiklerini söylüyor. Ancak bu misyonun, yalnıza Romları değil, ayrımcılığa maruz kalan tüm azınlıkları da kapsadığını, altını çizerek belirtiyorlar.Nitekim Denizli’de bir sokak arasında sergiledikleri, Kole Casule’nin yazıp, Orhan Jasarovski’nin yönettiği Spin-Vitel (Sarmal) adlı oyunlarında da bu düşüncelerini ifadeederek, Balkan sarmalı özelinde, tüm dünya sarmalı içinde “Barış”ı aradılar.Sarmal’da oyuncuların hepsi seyircinin içinden geliyor oyun alanına. Sonra Balkanlar sarmalı sarılmaya başlanıyor. Acıyla, kanla, göz yaşıyla, şiddetle sarılmaya başlanıyor. Kim sarıyor bu sarmalı? Güçlü olanlar, yani süper devletler. Oyunda kapitalizmi, dolayısıyla gücü ve de savaşı simgeleyen iki asker kullanılmış. Bunlar sürekli insanlara talimatlar yağdırıyor.Bu arada bir oyuncu sürekli oyun alanını dönerek sarıyor sarmalı. Bütün bunları gören sirk soytarısı(palyaço) bir merdivenin üstünde, yukarıdan bakarak, halkın göremediği bu sarmalı görüyor ve performans boyunca histerik kahkahalarla gülüyor onların haline. Hem sırt sırta vermiş detektif ve mahkuma, hem de halka. Sonuç? Sonuç; bütün bunların farkına varamadan Balkan halklarının içine düştüğü bunalım ve kaos. Yaklaşık bir saat süren bu performans hüzünlü ve içli Balkan-Çingene müziği eşliğinde sunuluyor.İzleyebildiğim kadarıyla gerek Köpek Yılları’nda, gerek Sarmal’da çoğunlukla beden diliyle, abartılı gestuslarla, insan sesleriyle ve müzikle, Romlar’dan Balkanlar’a,Balkanlar’dan dünyaya şiddet, sevgisizlik, soykırım, ayrımcılık ve insanda bıraktığı izler anlatılıyor. Söz en aza indirgenmiş. Tema ön plana çıkmış.2001’de Joy-Happiness(Eğlence) performansıyla, 2002’de Yerma oyunuyla seyirci karşısına çıkmış Tiyatro Roma. Spin-Vitel(Sarmal)’ la Makedonya Oyun Festivali’nde ödül alan ve ilgiyle karşılanan Rom Tiyatrosu, İsveç’te Gunther Grass onuruna yapılan festivaldede Makedonya’dan katılan tek topluluk olarak yer almış.1999 öncesinde de kendi başına ve amatör olarak çalışmalarını sürdüren Tiyatro Roma 99 yılından bu yana sunduğu oyunlarla, az da olsa Makedonya Kültür Bakanlığı’ndan aldığı destekle ve üyelerinin öz verili ve gönüllü çalışmalarıyla Suto Orizari’de var olmaya çalışıyor.Tiyatronun çalışma yeri Şutka’nın ortasında, Drinska Sokağı’nda yaklaşık 65 metrekarelik tek katlı bir ev. Tiyatronun eski üyeleri, genç üyeleri ve çocuk üyeleri var. Bu arada, çocuk üyelerle, eğlenmek üzere yaptığımız bir doğaçlama esnasında, onların da ne kadar istekli ve hünerli olduklarına dair gözlemimi de belirtmeden geçemeyeceğim. Dikkatimi çeken bir başka nokta da, tiyatroda kadınların olmaması, daha doğrusu bir kaç genç kızın oluşuydu.Nedenini sorduğumda, kadınların evde oturmayı tercih ettiklerini, Şutka’nın ve geleneksel yapının kadınların bu yolu tercih etmelerine neden olduğunu belirttiler. Tiyatronun pek çok çocuk ve gençlerinin yanında, çatıyı oluşturan üyelerinden bazıları: Faat Abedin(Başkan),Saban Uzeir, Nedzat Asan, Ramko Jasar, beni Elez, Ahmet Jasar, Hadji Asan, MuhammedAjdinov, Ekrem Ramadan, Farije Raman, Benita Veejsolva, Sejfula Ramadan, Doan Fazıl.Kral Oidipus’la çalışmalarını sürdüren Roma Tiyatrosu, Rom kimliğiyle ve evrensel temalarla, farklı mekanlarda farklı arayışlarla seyircisini arttırma ve festivallere katılarak, yeniilişkilerle sınırlarını genişletme hedefine doğru yol almayı sürdürüyor. Bu zorlu yolculukta “Theater Roma” ya gönülden başarılar.
En son psykhe tarafından 20/7/2008, 3:44 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | psykhe Admin
Mesaj Sayısı : 908 Kayıt tarihi : 14/04/08
| Konu: Geri: Makedonya'dan Tiyatro 20/7/2008, 2:31 am | |
| Devamı...
PRİZREN KÜLTÜR EVİ ve NAFİZ GÜRCÜALİ TÜRK TİYATROSU Nafiz Gürcüali Türk Tiyatrosu Prizren’de, Prizren Kültür Evi’nde, diğer azınlık gruplarıyla tiyatro aktivitesini yıllardır öz veriyle sürdüren bir amatör tiyatro. Neden Nafiz Gürcüali diye sorduğumda, tiyatronun emektarlarından Etem Kazaz, tiyatroya 35 yıldır emeği geçmiş ve hala da geçmekte olan Nafiz Gürcüali’nin ismini birlikte karar alarak verdiklerini,bunu da sanatçıyı yaşarken onurlandırmak adına yaptıklarını söyledi bana. Nafiz Gürcüali’yle ilk karşılaşmam, Prizren Kültür Evi’ndeki Türklere ayrılmış çalışma ofisinde oldu. Gerçektende 35 yılın getirdiği dinginliğin yanında tiyatro yapmanın heyecanını gözlemlemek mümkün yüzünde ve konuşmalarında. Bizi Prizren Otogarı’nda karşılayan Hayrullah Şkurtak da, sabık arkadaşım Ethem Kazaz da, başını Deniz Dadale ve Asim Mongovci’nin çektiği tüm gençlerde bir tiyatro coşkusu var. Kosova’da ve Prizren’deki çatışmalar sonrası durumun, UNMIK’in(Birleşmiş Milletler Geçici Komisyonu), siyasetin ve hayata ilişkin pek çok şeyin farkında olmalarından kaynaklanan ve bu bilinçle hayatın içinde var olmanın heyecanı, canlılığı var onlarda. Doğal olarak bu durum tiyatral sohbetlere, tartışmalara ve sorularıma verdikleri yanıtlara yansıyor. Yani tam da tiyatronun içinde, hayatın içinde yaşıyorlar. Genç üyeler tiyatro eğitimi almak istiyor. Bu nedenle heyecanla, özlemle ve de istekle, Türkiye ve Türkiye’deki tiyatro eğitimiyle ilgili sorular ardı ardına sıralanıyor.Kosova’nın siyasal geleceğinin belirsizliği ve her an, her yerde yüz yüze kalabilecekleri çatışmaların gölgesinde tiyatro ve Türkiye onlar için gerçekten bir umut.Grubun bu canlılığı ve heyecanı insanı çok mutlu ediyor. İşte diyor insan, işte amatörlük,gönüllülük. 1968’den bu yana edindikleri tiyatral deneyimleri, birikimleri ve emeklerini daha da ileriye taşımak için, Prizren Belediyesi’nden kuşkusuz “profesyonelleşme” yi talep ediyorlar. Hatta en büyük istekleri de bu. Ancak bunun nedeni Kosova’daki belirsiz durum.Çünkü ekonomik sıkıntı ve işsizlik en temel sorun burada. Geçim kaygısından dolayı tiyatroya zaman ayırmakta güçlük çektiklerini söylüyorlar. Eğer tiyatro, belediyenin desteğini alıp profesyonelleşirse, en azından bütün zamanlarını tiyatroya ayırıp, Türk Tiyatrosu ve oradaki Türk azınlık adına çok daha iyi işler yapabileceklerini belirtiyorlar. Bu hemen gerçekleşmese dahi yaptıkları tiyatrodan, o zorlu uğraştan çok memnunlar. Yüzlerine,konuşmalarına, coşkularına yansıyor bu memnuniyetleri. Türkiye’de katıldıkları festivallerden, Alaçatı’dan, Denizli’den, bu yıl katıldıkları İzmir Şenliği, Çorlu Festivali,Tekirdağ, Edirne, İstanbul turnelerinden, başarılarından, aldıkları ödüllerden, adeta birbirleriyle yarışırcasına, heyecanla söz ediyorlar. Bir hareketlilik, bir canlılık, bir keyif var Prizrenli tiyatrocularda. Kimi zaman da içinde bulundukları genel duruma göndermeler,ironik yaklaşımlar, kimi zaman da hüzün var. Bu karmaşık duygular, tiyatronun geçmişine ilişkin bilgilere ve birikime geçildiğinde yerini dinginliğe bırakıyor. Bazen Etem Kazaz,bazen Nafiz Gürcüali, gençler de, emektarlardan edindikleri bilgilerle tiyatronun çocukluktan olgunluğa geçiş sürecini anlatıyorlar.Prizren’de Türk Tiyatrosu birikiminin eskilere dayandığını, bu birikimin mirasıyla bugüne geldiklerini ifade ediyorlar.Prizren’de tiyatronun kaynağı geleneksel tiyatromuzla, Ortaoyunu, Karagöz-Hacivat ve bunlarla ilgili sokaklarda ve mahallelerde sergilenen oyunlara dayanıyor. 1935 yılında Dr.Durmuş Selina’nın Karagöz-Hacivat fıkralarını oyunlaştırıp Gayret Kulübü’nün bir şenlik toplantısında sahnelemesiyle başlıyor. Durmuş Selina’nın bu dramatizasyondan sonra yazdığı Büyük Kapı Kızı, Niçin Annem Halamı Sevmiyor, Bir Gözlü Anne ve ardından Aziz Baş’ın Mukadderat, İki Ayağı Bir Pabuçta gibi oyunlarla Prizren’de Türk Tiyatrosu’nun temelleri atılıyor. Savaş sırasında duraklama dönemi geçiren Prizren Türk tiyatro hareketi, 1951 yılında Sırbistan’da yaşayan Türk halkının kendi dilinde eğitim görme ve kendi kültürünü yaşatma hakkı iade edilince Prizren’de, “Doğru Yol Sendika Kültür ve Güzel Sanatlar Derneği”kurulmasıyla daha bir güçleniyor. Türk Tiyatrosu 1968 yılında Prizren Kültür Evi’nde çalışmalarına başlıyor. Ancak çalışmaları kimi zaman kesintiye uğrayarak, kimi zaman duraklamalarla 1978’e dek devam ediyor.1978 yılından itibaren de düzenli olarak Prizren Kültür Evi’nde çalışmalarını sürdürüyor Türk Tiyatrosu. 1994 yılında tiyatro sanatçılarının ve tiyatro severlerin kurdukları Rumeli Türk Tiyatro Sanatçıları Derneği’nin aracılığıyla güçleniyor. Rumeli Türk Tiyatro Sanatçıları Derneği ve tiyatrocuların desteği ve Prizren Kültür Evi’nin onayı ile emektar üyelerden Nafiz Gürcüali’nin adı tiyatroya veriliyor ve “Nafiz Gürcüali Türk Tiyatrosu”adıyla anılmaya başlanıyor 1996’dan itibaren.Son 25 yılda üyeleri tarafından büyük atılımlar yaptığı ifade edilen Nafiz Gürcüali Türk Tiyatrosu’nun amacı şöyle belirlenmiş: Türk kültürünü koruyup yaşatmak ve tiyatro sanatıyla Kosova Türk halkının varlığını odaklamak. Bunu yaparken temel amaç; genelde sanat ve toplum, özelde tiyatro konusunda az çok bilgi sahibi olan aydın insanın yetişmesine olanaklar ölçüsünde katkıda bulunmak, buna bağlı olarak tiyatroya bilinçli seyirci kazandırmak. Bu amaç doğrultusunda çok sayıda oyun sergileyen Nafiz Gürcüali TürkTiyatrosu’na, tiyatronun çeşitli alanlarında emeği geçen bir çok insan var. Yazarlık alanında;Dr. Durmuş Selina, Aziz Buş, Hasan Mercan, Agim Rıfat, Etem Kazaz, Oyuculuk alanında;Aziz Buş, hüda Leskovaçlı, Cemal Kılıç, Muhammed Şerif, Suphiye Matroni, Hamdiye Poils,Reşat Leskovçalı, Kazime Leskovçalı, İsa Şimşek, Şaban Topko, Refet Kiser, Zekir Sipahi,Faik Emruş, İrfan Şekerci, İskender Muzbey, Şemsi Meciyan, Enver Baki ve diğerleri, yeni jenerasyondan Nafiz Gürcüali, Bekir Hocalar, Raif Buş, Mehmet Bütüç, Etem Kazaz, Daver Kaçka, Zekeriya Hocalar, Ariyeta Biliban, Kadriye İmam, Leonida Çika ve diğerleri.Günümüzde ise; Bekir Hocalar, Etem Kazaz ve Nafzi Gürcüali’yle birlikte genç kuşak üyelerinden Deniz Dadale, Asim Mongovci ve Hayrullah Şkurtak, yönetmenlik alanında;Hüda Leskovçalı, Zekir Sipahi, Nafiz Gürcüali, Raif Buş, Mehmet Bütüç, Etem Kazaz,Zekeriya Hocalar, tiyatro müziği alanında Hüseyin Kazaz ve Aluş Nuş gibi isimler sayılabilir.1978’den günümüze, özellikle Türk yazarların oyunlarına ağırlık veren Nafiz Gürcüali Türk Tiyatrosu, örneğin; Kosova Tiyatrolar Festivali’nde, Üçüncülük Ödülü, En İyi Dekor,En İyi Kostüm ve En İyi İki Oyuncu Ödülü’nü alan Hasan Mercan’ın yazdığı, CemailMaksut’un yönettiği Değirmende(1978), Nazım Hikmet’in yazıp, Zekir Sipahi’nin yönettiği,yine Kosova Tiyatrolar Festivali’nde Üçüncülük Ödülü alan Enayi(1979), Haldun Taner’in yazıp, Zekir Sipahi’nin yönettiği, Kosova Tiyatrolar Festivali’nde Birincilik, Sırbistan Cumhuriyeti Tiyatrolar Festivali’nde En İyi Yönetmenlik Ödülü, Yugoslavya Tiyatroları Dram Festivali Yarışması’nda En İyi Oyun Ödülü alan Keşanlı Ali Destanı(1981), Turhan Selçuk’un yazıp, Zekir Sipahi’nin yönettiği, Kosova Tiyatrolar Festivali ve Sırbistan Cumhuriyeti Tiyatrolar Festivali’nde II. En İyi Oyun Ödülü alan Abdülcanbaz, Turgut Özakman’ın yazıp, Nafiz Gürcüali’nin yönettiği Ah Şu Gençler(1993), Ferhan Şensoy’un yazıp, Nafiz Gürcüali ve Mehmet Bütüç’ün yönettiği Hayrola Karyola (1994), Yılmaz Erdoğan’ın yazıp Etem Kazaz’ın yönettiği Kadınlık Bizde Kalsın(1997), Etem Kazaz’ın yazıp,Nafiz Gürcüali’nin yönettiği Mars 2(1998), David Mamet’in yazıp, Nafiz Gürcüali’nin yönettiği ve Kosova Tiyatrolar Yarışması’nda en İyi Yönetmen, En İyi Oyuncu Ödülü alan Tiyatroda Bir Yaşam gibi günümüze dek pek çok oyun sahneleniyor. Peter Shaffer’ın Karanlıkta Komedi’ siyle, Denizli Uluslararası Amatör Tiyatrolar Festivali ve Çorlu Festivali’ne katılan Nafiz Gürcüali Türk Tiyatrosu bu yıl da genç üyelerden Deniz Dadale’ninyönettiği Hababam Sınıfı’yla Çorlu Festivali’ne katılıyor. Kosova Tiyatrolar Yarışması’nda da aynı oyunla En İyi Oyun, En İyi Müzik, En İyi 2. Oyuncu ödüllerini de alıyor. Haziran başında İstanbul, Edirne, Tekirdağ ve Çorlu Festivali’nde olanları izlemeyi çok isterdim. Ama Karanlıkta Komedi’yi, görüntü kaydından da olsa izleyebildim. Kayıt da olsa, Prizren’li genç tiyatro yolcularının coşkusunu ve tiyatro sevgisini hissettim.Balkanlar’da, Makedonya ve Kosova örneğinde olduğu gibi, “Azınlık”, ya da “Öteki”olmak ve var olmaya çalışmak, hele tiyatro yapmak hiç de kolay değil. Azınlık konumundaki tiyatro topluluklarından ikisi Üsküp’teki Üsküp Türk Tiyatrosu ve Rom Tiyatrosu. Prizren’de ise Nafiz Gürcüali Türk Tiyatrosu. Kuşkusuz her iki azınlığın da, kendine özgü sorunları olduğu gibi, ortak sorunları da var. Türkler, parlak tarihsel geçmişine karşın, 20. Yüzyılın başından bu yana yaşanan siyasal ve toplumsal süreç içinde giderek azınlık konumuna düşmüş. Romlar ise tarihin her döneminde “Öteki” olarak kabul edilip dışlanmış bir azınlık.Doksanlı yıllardan başlayarak hızlanan çöküş ve dış güçlerden kaynaklanan tahriklerin tarihten gelen nefretle karışmasının getirdiği savaşlar ve ardından gelen siyasal belirsizlik ve bozulmuş dengelerden en çok etkilenenler de yine azınlık konumundaki topluluklar.Dolayısıyla Üsküp’te, onurluca ve öz veriyle, tiyatroda yeni yollar arayan ve Türk Tiyatrosu’na gönülden sahiplenen Üsküp Türk Tiyatrosu’nu, yalnızca özgürce yaşayabilecekleri bir toprak ve mavi bir gökyüzü altında, hor görülmeden yaşamak isteyen Romlar için, amatörce tiyatro uğraşısını sürdüren Roma Tiyatrosu’nu, Anadolu ve Balkanlar sentezinin o güzel örneği Prizren’de, siyasal belirsizlik ve sıkıntılar içinde var olmaya çalışan Nafiz Gürcüali Türk Tiyatrosu’nu daha yakından tanıdığım için çok mutluyum. Gönlüm onlarla birlikte. Arada sınırlar olsa da. Bu hiç önemli değil. Çünkü biliyorum ki, Makedonyave Kosova’da da güneş Türkiye’deki gibi parlıyor!...
Doç.Dr. Nurhan TEKEREK Süleyman Demirel ÜniversitesiGüzel Sanatlar FakültesiSahne Sanatları Bölümü | |
| | | dilek_hk Amatör
Mesaj Sayısı : 20 Kayıt tarihi : 22/07/08
| Konu: Geri: Makedonya'dan Tiyatro 25/7/2008, 3:09 am | |
| makedonyada tiyatro, bence makedonya tiyatroda, her şey gibi...affedin ama yukarıda anlatılan ayrıntılar güneşin tek bir ışık tanesi gibi evet çok güzel ama biz gölgedekiler için acı veriyor bu ansiklopediden çıkmış yazılar..sahnede kaldığı kadar nefes almıştır bir insan hayatında ....yıldızlara dokunmuş dünyayı değiştirmiştir tiyatro..mucizenin hala adının anıldığı,duvarsız,engelsiz,acılı,çileli,aşk dolu ,zamandan mekandan uzak ...biliyorum çok abarttım belki ama balıga denizden başkası azaptır. | |
| | | | Makedonya'dan Tiyatro | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|